30 Kasım, 2012

haluk levent şarkılarını severim.

bir şafak vakti sahibinin ani hareketinden kazandığı ivmeyle yatağın üstünden odanın orta saha çizgisine doğru  uçan bilgisayarın, aldığı darbeden tabi ki ekranı kırılır. tamire gönderilen ve henüz eve gelen bilgisayar sahibinin bi anlık mallığıyla hop güm yere düşer ve yine bir yerleri kırılır. bilgisayarın mal sahibi, işte o ben. herkesçe alay konusu edilip ev arkadaşları tarafından saygı duruşunda durularak 30 saniye alkışlanır. 

sonra bu olaydan sonra ben de bir uğursuzluk mu var diye düşünen bu zavallı kızcağızımız, evde uzun 3lü fişin 3lü kısmının masaya dolanması ve orada sabitlenmesi halindeyken fişin kablosuna basar. ve o ani hareketle fiş prizden çıkmak yerine prizi kırarak yere düşer ve bildiğiniz duvardaki priz paramparça olur. böyle bi olayın nasıl gerçekleşeceğini anlamlandıramamışken  'bi uğursuzluk var bende' konusundaki varsayımlar seviyesini orta basamağa çıkarır.

sonra borcam yıkarken yere çakılmayan borcam'ın kahramanımızın elinde nasıl parçalandığına şahit oluyoruz. ya bu bildiğimiz fırına yüksek derece sıcaklıkta kullanılan borcam. yere düşmedi tezgahın üzerine tam bırakılacakken değişik yerlerinden kırılarak kahramanımızın gözlerini ağzını bilmem kaç karış açmasına neden oldu. mutfaktakiler şaşkın, borcam sahibesi üzgün, biz evcek mahcup... borcam kırılır mı?darbe almamışken hemde... uğursuzluk varsayımı en üst seviyede yerini almış olur böylece...

bitti mi? hayır bitmedi. stajda kullanılmak için kullanılan baloncuklar var sırada. balon şişirilir, patlama tehlikesi olmayan elde patlar. balonu neyin patlattığı bir türlü anlaşılamaz. ikinci balon ele alınır, bi güzel şişirilir. tam materyal için kullanılacak. bu balon da güm. 3.  balon daha az şişirilir. bu sefer de bu balon hiç bir yerinde delik olmadığı halde büzüşür. deliği olmayan balon büzüşür mü? valla benim evdeki büzüştü. acaba ağzını mı kapatamamışım diyordum. ağzı kapalı. balonun içinde kalan havasına basınç uygulayıp havanın çıkabileceği yerleri kontrol ediyorum. öyle bişi yok. kendi kendime havalar soğuk, soğuktan oldu soğuktan diye diye bi kulp buldum ordan tutuyorum...

uğursuzluk deil de, stres sinir negatif enerji diyenler de oluyor. bilmiyorum. beni üfleyecek, okuyup hohlayacak hacı hoca lazım. ühühühü

aslında bir yönden de bunların bana verilmiş doğa üstü güçlerden olduğunu da söyleyebiliriz. gizli güçlerim var kimse de olmayan ama ben kullanmayı bilmiyorum. uzaktan bir şeyleri parçalayabilirim belki de ileride. faith dizisinde lee min ho'nun yıldırım gücü gibi benim de parçalama gücüm olabilir. aksi kanıtlanmadığı sürece bunu   böyle kabul edeceğim... 

bir de; 

kağıt kesmem gereken makasla parmağımı kesmek, o kesik tam iyileşmeden şerit metre ile aynı yerden parmağımı kesmek ve bu kesik de henüz iyileşmişken bıçakla yine ve yeniden aynı yerden sol işaret parmağımı kesmek. büyük maharet gerektirir bence de.

kpss'ye çalışmam gerekirken saatlerce bil-fethet oyununu oynayaraktan, oyun oynarken kitaplıktaki kpss kitaplarına bakıp yazık bu kadar kitaba ders çalış diye kendime kızaraktan, bu oyuna neden eğitim bilimleri soruları da eklemiyorlar bi güzel burada öğrenirim diyerek oyunu bulanlara sitem ederekten, bireysel farklılıklarında bulunduğunu ve 'ben eğlenerek öğreniyorum' sözünü söyleyerekten, yazı amacından sapmışken, yazacağım bi çok şeyi de unutmuşken. bu yazının yazılma aşamasında dinlenilen haluk levent şarkılarıyla bu yazı burada biter ve ben çekip giderim.

04 Kasım, 2012

sadece, yani sadece



- Efendim

+ Geçmişin, bitmiş yetmiş hikayesi üzerine söylenecek sözlerim kalsaydı da söyleseydim. Bir geçmişi sonra da hayalini kurduğum bir an'ı tekrardan düşlemekten korkmasaydım. Yitirdiklerimi hatırlamaktan, hatırladıklarımın canımı yakmasından, yakmasından ziyade gözümün içine baka baka benle dalga geçer gibi sırıtmasından, mesele alay konusu olmak değil de yokluğunda kaybolmak. yani...

- Efendim. ne dediniz? Alo...

+ Ufak bi çizik atsa hayat diyorum sorun olmazdı da. ama böyle en içten acıtınca, yoklukla sınanınca varlığı sadece fotoğraflarda kalınca, hatıralar ara sıra beynimin canına okuyunca, özlem tavan yapınca, tavan demişken üst üste konulan tuğlaları düşün böyle tavana kadar olan araya konulan harç malzemeleriyle. yani sağlam... yani...

-hiç bişi anlamıyorum ben. Alo!!

+ demek istediğim, kat kat olan özlem. üst üste konulan özlemler. bir annenin, bir çocuğun, bir evladın,bir torunun, bir babanın, bir damadın, bir kardeşin özlemi... kaynak- alıcı meselesi, bir çok kaynaktan tek alıcıya gönderilen bir sürü mesaj, bir sürü özlem, yalnız dönütü olmayanından. yani...

- Yanlış aradınız galiba, Alo, Kimi aramıştınız?

+ Torunu kucağında bir dedeyi, deve üzerinde umrede olan bir hacıyı, komik bir şapkayı başına takıp sırıtan bir eğlence kaynağını, bazen zıtlaşan hep kendi bildiğinin doğru olduğunu düşünen, çoğu zaman fikirlerine köstek olmadığı gibi destekte olmayan bir babayı, fotoğrafı çekilince 'hayır beni sakın çekme' diyipte poz vermekten de geri durmayan sonra da 'getir bakayım nasıl çıkmışım' diyen birini, yani özlenilen. yani...

-Galiba, yanlış yeri aradınız siz.

+ Aranılan yer ulaşılması zor bir yer, zor değil de vakti var daha. nasıl anlatsam zamanı gelince gidilecek yani yani yani....

- Burası aradığınız yer değil.

+ yani sadece...

-Kapatıyorum.

+sadece...

31 Ekim, 2012

o içilmemesi gereken son kahveydi...

çok konuşmaktan çenem, naci'yi taşımaktan kollarım, kemeraltı'nı gezmekten ayaklarım, ödev yapmaktan beynim, tüm gün aç gezip sonra bir anda yemekten midem, bilgisayarla çok haşir neşir olduğumdan gözlerim velhasıl bir çok değerli azam sızım sızım sızlamakta...

'başımı yastığa koyar koymaz uyurum ben' diyen dilimi eşşek arıları sokabilir. hayır yani ne derdim var kendimle, kime ne uyuyup uyumamamdan? bunu söylerken hava mı atmaya çalıyordum acaba? bak ben hemen uyuyorum hey uyku sorunu çeken zavallılar mı demek istemiştim. o kadar mı kötü niyetliydim. Rabbim burnumdan getirdiğine göre, kesin bi art niyetim varmışsa demek ki...

bi de şükrü'ye yorgunluk kahvesi niyetine keyf ettiğimi falan söylemiştim, canı çeksin diye. sonra o hiç canının çekmediğini söylemeye çalışaraktan 'beni hiç tanımamışsın, ayıp, kahve sevmem ben' diyince ben 'neden tanıyayım ne gerek var yani, sen beni tanıdın da ne oldu, boyun mu uzadı. hayır yani ben seni tanısam nolur? zengin mi olcam piyango mu vurcak yoksa len, ne gerek var böyle şeylere hem aramızda iki tanımamanın lafı mı olur' diye diye onu ti'ye aldığımdan mı?

walla anneme saygısızlık falan da yapmadım bugünlerde gerçi anneme saygısızlık yapınca uykum gelmemezlik yapmıyor. o zaman ayak serçe parmağım çarpmalardan seçmeler yaparak, bi yerlerde can çekişiyor.

hayır yani bu kadar canım acırken, uyumayı her şeyden çok düşlerken o bana gelmiyor neden? yaklaşık 1 buçuk saat önce şeyda'ya ben uyuyorum demiştim. acaba ben yalancı olayım diye mi her şey? ki şeyda bu yazıyı görünce hani uyuyodu bu kız yalancıııı diyebilecek biri yani....

bir de derse gitmeyip saat 11lere kadar uyursan yani yaklaşık 10 saat malak gibi uyumuşsam uykumun gelmemesi normal sanırım.

yok yok neden kesin o kahve... evet, kahve sen içilmemesi gereken bir kahveydin. biliyor musun?(ata demirer söyleyişiyle)

25 Ekim, 2012

el falıma bakmaca mı desem?

seyircisiz gitar dinletisiydi benimkisi... sizsizliğimi dolduruşum... özleyişim, orada olmak isteyişim, pişmanlığım... bi daha özleyişim. bi daha bi daha işte...

sahip olduklarımı koydum avucuma bir baktım sonra...

her yaştaki insanın unutmak istediği şeyler misali yanlışlarım. mevsimini şaşıran yağmur misali karasızlıklarım. gelipte gidemeyen, vurupta öldürmeyen aşk misali yapışkanlığım var. 

kitap arasında unutulan kuru gül misali acizliğim. hiç beğenilmeyen doğum günü hediyesi kadar mutsuzluğum. küçük yaşta çocukluğundan vazgeçtirilen insan misali hissizliğim var.

telefonun derste bangır bangır çalması gibi arsızlığım. kalbin en içinde gömülü olanlar kadar unutulmuşluğum. 3 yaş bencilliği misali sadece benim olsun istediklerim var.

gitar çalarken notasını şaşırmış, tiz sese neden olan işaret parmağı misali pişmanlığım. arkadaşının cüzdanın da taşınan bir vesikalık kadar sevilmişliğim. düşününce içini acıtan eski sevgili misali vazgeçtiklerim var.

sevdiğinden gelen mektubu okurken akıttığın yaşlar misali ağlamışlığım. gecenin kattığı hasret kadar hüzünlerim. gece deminde aklına vuran düşünceler misali düşünülmüşlüğüm var.

bavula tıkıştırılan giysiler misali ezikliğim. yeni doğmuş bebeğin kilosu kadar bilmişliğim. ''o ne özgüven o'' reklamından fırlamış aslında burcumdan kaynaklı güven dolu sözlerim var.

ancak kendime yetecek kadar yalanlarım. gökyüzünden sırdaş bir yıldız seçipte uzun saatler dertleştiğim çocukluğum. oluk oluk akan hüznüne en fazla yara bandı olmuşluğum var.

joo yoo rin misali düşlediklerim. milyonlarca(abartmıyorum) kez dinlediğim şarkılar misali bıkmadıklarım.  sevdiğim insanları bir mekanda tanıştırma misali aynı payda da birleştirdiklerim var. 

hep kendi istediklerimi direttiğimden bezdirdiklerim. önemsemiyormuş gibi davransam da aslında yürekten önemsediklerim. canım dalağım böbreğim en çokta dişlerim gibi sevdiklerim var.

aniden dudakta beliriveren uçuk misali nefret edilmişliğim. ayağına olmayan güzel bir ayakkabı misali hayıflandıklarım. özleyip özleyip çok özleyipte yanına gidemediklerim var.

arkadaşlarım adına yaptığım onlarca plan misali gerçekleştiremediklerim. çok sevmekten oluyor hep bunlar der gibi didiştiklerim. derse girmeyip okulun bahçesinde ders çalışmak gibi bir de salaklığım var. 

gecenin bir körü yazılan bu yazı misali hala söyleyemediklerim de var.

13 Eylül, 2012

talihsiz serüvenler dizisi

2 hafta önce İzmir'e döndüm ben. izmir'e adımımı atar atmaz da talihsizlik mi desem ne desem işte o yapıştı bana.

daha havaalanındaydım ki ben, telefonu açaraktan annemi arayıp ben yetiştim demek istemiştim. ama ben yetiştim diyemeden annem gözü yaşlı telefonda ağlayıp eve vardın mı? ulaşamadık sana ühühühüh diyince ben de evet evdeyim şimdi kapıdan girdim diyiverdim. nede olsa en geç 1 saate evimde olacaktım zati. ben yalancı deilimdir. anneye yalan söylenmez bilirim. bu yalan benden misli misli çıkacaktı onu da bilirim ama niyetim kötü deildi ki...

tam 40 dakika bavulumun gelmesini bekledim tam 40 dakika. acelem var çünki ertesi gün bütünleme sınavım vardı ve ben istediğim gibi çalışmamıştım. çünkü, arkadaşım bir hafta öncesinden yollamıştı bana kitabı amma velakin acil posta servisiyle gönderilen posta bana 5 gün sonra geldi. 5 gün. benim izmirden memlekete gönderdiğim kargo bilem 2 güne giderken. aps 5 güne geldi. 5 gün. kızgın deilim canım. neden kızayım? neden?

bavul gelmemeye dururken ben aile nabzını kolaçan etmiştim. çünkü, tüm ailem alarm içindeydi. her zaman geldiğim yol ama onların bugün telaşlanacakları tutmuştu. her zaman geldiğim yol. ama telefonuma her cevap veren bana sanki birini öldürmüşte kaçmışım, kayıplara karışmışım gibi hesap soruyorlardı. her zaman gelip gittiğim yer ama onlar bana ''nerdesin sen ha nerdesin? neden böyle yapıyorsun? izmir'e okumaya gönderdiğimize çok pişman ettin'' demişlerdi... bense telefonda bunları duyarken sadece mala bağlayabildim. konuyu bile anlayamadım. neymiş efendim yarım saat önce aramam gerekirmiş. işte burada vüsale(yengem) en çok sana ihtiyacım olduğunu anladım. sen azerbaycanlardaykene ablam annemi annem ablamı telaşa veripte durmuş. aklı başında biri de ''kızın şarjı bitmiştir, uçak geç inmiştir'' dememiş. dememiş ya dememiş...

bavulum geldi, ben bavulumu alıp havaalanından usulca uzaklaştım. tren istasyonunun yolunu tuttum. izmir izbanımız dillere destandır. hatta şeyda'nın geceleri inek kaçakçılığı yapıldığına dair şüpheleri vardır. haksız da sayılmazdır. çünkü gerçekten ahır gibi kokmaktadır. ben trene bindim. halkapınar metro da ineceğidim. hafif mayhoş kafayla ben uyudum uyuyacam trende. önümde duran monitöre arada bakıp sonra ben hülyalara daldım da daldım. sonra kafamı bi kaldırdım. dışarı da TURAN yazıyordu. bilenler bilir turan, halkapınardan 5 durak kadar sonrası falan. monitöre bakıyorum halkapınar'a daha 2 durak var. ama ben Turandayım. önce afallayan sonra aniden bir kalkışta bulunup. ''halkapınardan geçmiyor mu artık bu tren?'' diye saçma anlamsız bir soru sordum. yanımda oturan bayan '' ben halkapınardan bindim cicim'' diyince etraftakiler bana mal muamelesi yaparken ben trenden indim ve otobüsle evime döndüm...

bizim mahallemizde tonton bir amca ve bakkalı var. çok güleryüzlü cınım benim. yalnız ben her o dükkana gittiğimde başka yerlerde bulunmadığım saflıklarda bulunuyorum. gerçekten o amcaya özel. sırf o gülsün diye bak. öncelerde de daha beterini yaptığım ilginç saflıklarım o gece de peşimi bırakmadı. bu araya giren yaz tatilinde amca belki zar zor beni unutmuştu. ama ben durur muyum? hemen hatırlattım kendimi. ''merhaba (ii geceler demeyi asla beceremedim zaten)'', dedim. meyve suyunu ve içme suyunu tezgaha koydum. bizim amca dükkanını büyütmüş. görünce;

ben; hayırlı olsun, büyütmüşsünüz. (gayet masum, tatlı bir gülücük)
amca: aa evet görmedin mi sen?, ne zaman gittin memlekete? (gayet şirin, hulusi kentmen gülüşü)
ben; hazirandan beri yokum  ben.(parayı uzattım)
amca: ooo çok olmuş sen gideli. (paranın üstünü verdi)
ben; hoşçakalın. (poşeti almadan dükkandan çıkma teşebbüsünde bulunma)
amca; güle güle. poşeti de alsan diyorum.
ben; (yüzümde bir mallık hali) bunu hep yapıyorum.
amca; alıştım artık.(yine güldü halime ya yine güldü, malsın kızım sen mal, hğım dedirten bir gülüş işte)

hayır efendim, yirmilik delikanlı olsa ben ona sevdalı olsam, aşkından deli divane olsam. onu gördüğümde elim ayağım dolaşsa neyse... ama ya o benim ton ton amcam. neden ben bunu onun yanında yapıyorum? bana kaderimin bir oyunu mu yoksa? kendimle dalga geçe geçe, kendime kıza kıza apartmana girdim. ve beynimin içinde ''poşeti de alsan'' cümlesinin defalarcası çınladı çınladı durdu. evin kapısına girdim. anahtarı taktım. korku filmi gibi sanmayın ama bi benzeri, kapı açılmıyor. şok oldum ya, evimin kapısı açılmıyor. yazın ev arkadaşlarım, anahtarı içeri de unuttuktan sonra çilingir çağırmışlar ve anahtarı değiştirmişler. ve beni bundan haberdar etmeyi de şaapmamışlar. neyse telefon diye bir icat var ama telefonun şarjının bitmesi gibi de bir gerçek var. bu arada saat 12 ye gelmekte, ben yorgun ben halsizlikten ölmekteyken. açtım bilgisayarımı, taktım usb ile telefonumu şarja... neyse bi kaç dakika sonra aradım arkadaşımı. kapıcı da anahtar var dedi. amma velakin, tatile giden bizim bu kapıcı da anahtar olması beni paklamadı. resmen elimde bavulumla, meyve suyumla dışarı da kaldım. yok dışarı da deil, apartman boşluğunda kaldım...

bir kaç dakika daha tükenince aklım çalışmaya başladı ve ben izmir de olan arkadaşlarımı aramaya başladım. velhasıl kalacak yer buldum. amma kalacak yere elimde bavulumla yürüyerek gitmek zorundaydım. ve de telefonun diğer ucundaki abim de zırt pırt arayıp naptın? eve vardın mı? arkadaşına gittin mi? tabi telefonun diğer ucundaki şahsın annem olmadığına seviniyorum. ama abim de cılkını(b.k) çıkardı bu işin. sinirlerim gerim gerim. gittiğim gibi uyudum. ve çalışamadan okula gittim.

neyse okulda baktım biraz. hocamız geldi aman ne geliş. giymiş sandaletleri görende plajdan  geliyor sanacak. almış eline boş kağıtları. aldı önümüzden kitapları ve dedi ki; yazın soru 1... tabi biz şok böyle bir sınavı en son 8. sınıfta görmüşüm. lisedeyken bile bizim hocalarımız böyle davranmazdı, bizi en azından adam olmasa da insan yerine koyarlardı. saçma sapan 3 soru sordu başlıklara bakarak. 4. soruyu da kendiniz yazıp cevaplayın dedi. o kadar saçma bir sınavdı. bence okumayacaktı bile. bu dandik sınavdan geçmiş bulunmaktayım. ve bence okumadı, vizelerden 10 puan fazla verdi diye düşünüyorum çünkü, ben o yazdığım saçma salak şeylerle geçemezdim o sınavı. ama neyse dandik sınava dandik çalışma işte. ya ne olacağıdı?

iki günlüğüne şeyma gilin bir nevi yazlıklarına tatile gittim ve gittiğim gece evlerindeki 15 senelik taaa hatay'dan gelen mermer sehpayı kırdım. elim yanlışlıkla değdi ama nasıl oldu bilinmez çok ilginç bir şekilde sehpanın ayağı parçalandı. olayın içinde olmasam üstüne düştüm de kırdım diyecem, inancınız olsun ki hafiften dokundum. çok üzüldüm halen de çok üzgünüm. aklıma geldikçe daha çok üzülüyorum. hu şeymaaaa. hayır madem kırılacağı vardı şeyma kırsaydı ya. of yine gerildim. yani illaki benim başıma gelecek. amennaaaaaa.

güya bu haftalar yani 9-20 eylül arası tarihler uçan balon festivali olacaktı. taaa şubattan beri ben bunu bekliyordum. tek tek planlar yapıp en sevdiğim arkadaşlarımı bu planlarıma dahil ediyordum. ammmmmaaa festivalin yapılmasına 2 gün kala festival seneye erteleniyor. gel de yıkılma... çok üzüldüm çok ama elden ne gelir. bir song ll gook ankara ya gelecek demişlerdi de. o kadar ankara planları yapıpta gelemeyeceğini öğrendiğim de bu kadar çok üzülmüştüm bir de işte bu uçan balon festivaline gidemeyişime.

bir de ben soma'ya gidecekken, manisa kavşağında beklediğim soma seyahat her defasında beni 1 saat bekletiyor bunu nasıl başarıyorlar bilmiyorum. otobüs 40 dakika da bir kalkıyorsa nasıl 1 saat beklediğimi bilmiyorum ama her seferinde en az 5 tane manisa otobüsüne el sallamasam otobüslerin hatrı kalır onu biliyorum.

bu da yazının nokta vuruşu: şarjsızlıktan ve şanssızlıktan yakınan bir yusrac. ya ne olacaktı?

12 Temmuz, 2012

öyle bir an işte!!!

http://fizy.com/#s/12ghxs

İncir ağacının gölgesinde dinlenirken
Yağmur havasında, toprak kokusunda

Başım yastıkta uyumaya çalışırken
Gözüm geçende, gönlüm geçmişte

Çocukların gürültüsünde ben çoğalırken
Kalbimde düşünce, fikrimde dönence

Ben çocukluğumun saflığını özlerken
İçimde burukluk, midem de ağrı

Kore müzikleri hayallerimde de çalarken
Rüyam da seoul, düşümde jeju :)

Kelimelerim, gün ağarmadan eksik kalırken
Dilimde aynı nakarat, dişlerim bak ne parlak!

Duygusallığım yerini şaklabanlığa bırakırken
Ben mutlu, sen sırıtık veya ben hem sırıtık hem mutlu

Herkes için iyi dileklerde bulunurken
Arkasına baka baka giden şair,
Ortaya da çıkarır böyle bir şiir...

hoşça kal, dostça kal, kardeşçe kal, annece kal, abice kal, nasıl istersen o duygularla...

not: hüzün kelimesini kullanmadığım bu şiir de, eksiklik malum. olmadı. bana yakışmadı. telafi...

06 Haziran, 2012

elephant is the only animal in the world with a trunk

zaman ikindiden sonra günlerden cuma, yanımda değeri paha biçilmez arkadaşım.
İnciraltı'nda denize karşı konulmuş bir şark köşesi misali yerden, ayakkabılarımı çıkarmış beni mest eden rüzgarla oynaşıyordum. daha doğrusu o perçemimle oynuyordu. ben de elim saçlarımda perçemimi düzeltip duruyordum. diğer elimde de başlıkta ismi geçen kitabın türkçesi var. şu hortumlu dünyada fil yalnız bir hayvandır. bildiğim kadarıyla bu kitabın İngilizcesi yok, çevrilmemiştir henüz sanırsam. yazarı Ahmet Şerif İzgören. Kitaplarını okurken en beğendiğim şey ise, yazılarının kısa ama öz ama etkili ama katma değerli olan hikayeleri. bazılarını hatta çocuğunu biliyordum, bu durumda da bildiğim hikayeleri hatırlattığı için değerli oluyor bu kitap. yani bu kitapta yazar da kıymetli benim için.

Aslında bu yazımda bu kitabı yazmayı düşünmüyorum. çok etkinlenmiş, çok sevmiş, iyi ki almış, okumuş olsam da düşünmüyorum. halen de düşünmüyorum, açıkcası... reklama gerek yok.

''gün batarken yanı başımda, şuan ki huzur şuan ki mutluluk ne ki acaba?

''anne anne anne anne anne anne'' diyerek koşan şu 4 yaşındaki çocuk mu?

sol tarafımda ''muhteşem manzara, güneş batmadan şu taraftan da çekilelim, şuradan da çekilelim, ay yüzlerimiz gözükmüyor, karanlık çıktı, yan dur deniz bak, benden fotoğrafçı olur valla'' diyen kızlar mı?

onları dinleyip ağızlarından her çıkanı yazan ben ve şebelek şebelek sırıtmalarım mı? of aman! kız poz vercem diye suya battı. yazık oldu kıza! neyse devam ediyoruz.

ne diyordum, neydi ki mutluluğumun sırrı, elimde tuttuğum sıcacık çay mı? kağıdımın altındaki şu filli kitap mı?
kitabı okurken gerçekten duyduğum şu ''şık şık şık şık'' makas sesini gerçekten duydum mu yoksa?

elimdeki bozuk para sesi yada yan taraflardan gelen şu ince, ruhu okşayan müzik.yoksa içine dalıverdiğim şu huzur, şu rüzgar, şu gün batımı...''        diye yazmışım kağıdıma günler evvel önce...

hayır, hayır cevabım şuan hazır o gün yanıbaşımda duruveren kızdı nedeni.  eline almış kitabı 5 dakika okuyup 10 dakika havanın manzaranın keyfini süren, bana dırdır yapıp '' sadece kitap okudun, manzaranın keyfini çıkarmadın! '' diye carcar konuşan o kız. baş harfi şeyma ve yine onun doğum günü olan bir dün. bundan bir sene önce de onun doğum günüydü.  ve bu da ona atfettiğim bir doğum günü hediyesi. şeymıkım, kardeşim, arkadaşım, dostum nereye koysam oluyor yani. gününde yazılmayan yazılarım ve hep seni ansızın yakalayabilmek için uğraşan, duygu seli yaşa diye bu kadar uğraşan ben.

saatler süren ses kayıtlarımız, kendi çapımızda kendimize yaptığımız bir nevi radyo programlarımız. ve senle her gün hayatıma katılan yeni, güzel hatıralar. bu arada bana bir yazı dahi yazmamış olan sen!!!

şu hortumlu dünya da ne sen ne de ben asla yalnız kalamayacağımız için...  devamını getirmiyorum. bir de inşallah 21 tane final sınavından başını kaldırır da bugün bu yazıyı görürsün. görmezsen eğer üzülürüm valla ha, ağlarım ha!

bu yazıyı gördüğünde şok olacağına eminim ama asıl şokunu yarın yaşayacaksın ve asla ama asla tahmin edemeyeceğin bişi. düşünerek fazla kafanı yorma istersen... öptüm kocaman seni. iyi ki doğdun iyi ki varsın :)

24 Mayıs, 2012

kırmızı bir motorum olsun, kimseye de borcum olmasın..

bugünü farklı farklı yazalım mı? diye edilen tekliften sonra bu sözü unutan ve de az önce karşı tarafın tuttuğu sözden utanarak yazmaya başlayan ben ve o yazı, işte bu yazı...

muhteşem her gün muhteşem anılar, özlenecek hafızaya atılan hatıralar benim için özlem benim için hüzün.  işte yine o günlerden biz 2 deli uyduk 1 akıllıya kalktık gittik tire'ye :) ne eğlendik ne güldük. hoşbeş, motor, okey, dalından koparılmış meyveler, mangal falan falan, radyodan fasıl dinleme ve dahası günün kısaca özeti olabilir. gün sonunda yüzümüzden eksilmeyen ahmak tebessümü, her olaya kahkaha ile gülme de cabası :) o 1 akıllının yengesi mesela, biz gelene kadar oğluna ' bunlar ne içmişlerse bende istiyorum, onların kafasından istiyorum'' derken bunun sırrı içtiklerimiz de değil, birlikte geçirdiğimiz zamandandır dedik dedik durduk. inandıramadık.

yapamadıklarım var, aklıma defalarca estiği halde halen yapamadıklarım ama hedeflerim arasında ilk 5te... mesela biri, motoruma atlayıp kaskımı takıp şehir şehir gezmek. bu hayali ilk kurduğumda 6 yaşındaydım herhalde belki birazcık daha büyük. ve zaman tükendikçe bu hayalime daha çok yaklaşıyorum.

abim bir kaç yıl önce motor almıştı. en büyük hayalim olmasına rağmen hiç motoruna binme teşebbüsünde bile bulunmadım.ben ki abimin 'bisikletime sakın dokunma, bak alıpta süreyim deme' dediği anda aklıma bisikleti kaçırmayı düşürdüğü gün hep gelirdi, yaşım 11 abim evden çıkar çıkmaz bisikleti aldığım gibi son sürat mahallede sürmeye başladım. sonra yokuş aşağı hızla giderken, frenlerin çalışmadığını farketmiştim. sonra neden kullanma dediğini. ve şuan da ne kadar inatçı başıma buyruk olduğumu hatırlıyorum. frenleri çalışmayınca durmak için karşımdaki duvara gömülmüştüm. bisikletin kolu hızlı bir şekilde çarptığından fren kırılmıştı bense acıyan canıma aldırmayıp  freni yapıştırmak istemiştim. yapıştırıcı bulamayınca bantlayıp bisikleti yerine koymuştum. hangi akla bunu yaptım bilmiyorum. abim mi anlamayacaktı yoksa bir anda bir mucize, kol kırılmamış mı olacakt? tabi sonrasında abim bunu sen mi yaptın diye sorduğunda. (cevabı kesinlikle biliyordu.)  ben sonuna kadar inkar ettim ama bir daha bisikleti izinsiz asla kullanmadım. allem ettim kallem ettim izin aldım ve öyle bisikleti kullandım... ve motor için de hep izin istedim her zaman ''kullanmayı bilmiyorsun ben de sana öğretmem, çok tehlikeli, kaza yaparsan anneye ne derim ben'' diye diye izin vermedi.

şimdi ben tire'deyken ilk defa motor sürdüm. ve bende bir havalar bir özgüvenler. hemen abime mesaj atıp. artık motor sürebildiğimi hatta profesyonel olduğumu ve yazın eve geldiğimde ilk işimin motoruyla gezeceğim olduğunu söyledim. ve artık kendi moturum için para topluyorum seneye kesinlikle motorum olacak. Ahmet şerif izgören'in  'avucunuzdaki kelebek' adlı kitabını bugün bir solukta okudum. ve okudukça en istediğim şeyin kendime ait bir motor olduğundan emin oldum. evet ben bunu kesinlikle istiyorum hemde çok.

sonra yazıyı toparlamam gerekirse, aslında benim için Tire'nin motor ve kendime güven olarak ifade edildiğini söyleyebilirim. evet tire; motor, kendime güven, 2 deli, 1 akıllı, ve muhteşem bir günün ardından kalan hatıralar.

aaahh tam yazıyı bitirirken bak aklıma geldi. şu sarmaya konulan erik çekirdeği. işte onlardan biri de benim kısmetimdi. eğer ki çıkmasaydın erik çekirdeği, içimde ukte, içimde burukluk içimde acı olacaktın. inanıyor musun bunlara diye sorulsa hayır derdim. ama aslında inanıyorum. aman ha kimse duymasın :)

yazısına bu sefer gerçekten son verirken yusrac, naci'nin anlamlı sözleri içinde mutlu mutlu ve çok mutlu...

haydin şimdi de buraya :)

18 Mayıs, 2012

alışmaya alışamadığın zamanlarda...



Karanlık bir anda en yanlış zamanda yağmurların her daim var olduğu sessizliğin sevildiği yerlerden buralara akan bir hüzün işte... Yoldan geçerken içi sızlayan sürekli anıları, geçmişi, özlediklerini düşünmek istemediği kadar düşünen. Düşüncelerde kendini devşiren, ara sıra kaçık ara sıra sessiz sakin, bazen yorgun bazen bitap her an sanki yalnız her an sanki kimsesiz...

Var olmayan yalnızlıkla muhakeme veya ona benzer bir hikaye işte...

Ne yazacağını bilmeden ele alınan kalemde yanlış anlamda kullanılan kelimeler. Önemsenmese de akla gelen bu düşünceler gibi işte. Öylesine söylenmiş sözler, günlerce düşünülen cümleler yada tek kelime. En yalnız olduğunda tek bir ses. Yalnız kalmayı bile başaramayan biri. Başarabildiklerini sıraya koymaya çekinen, özlem ve özlemek içinde hüküm süren  duygulara mahkum işte.

Sokaklar sakin, saat gece yarısı. Kulağında Şebnem Ferah, yağan yağmurlarda kaybolma vakti. söylenecek ne kadar çok söz varmış ki, hepsi düğüm... Hepsi akıldan kalbe, kalpten akıla işte. Döngüde kaybolan sözler, artık yaş gözlerde.

Anlatılmak istenenler aslında bilinmesi istenmeyenler ama yazılınca rahatlatan işte. anlamlandırılamayan kadar gizli, sevdiğin kadar uzak, uzun gece de yol almışken... hep kurulan düşler artık yarım yarım iken, onsuz bu düşler kurulmak istenmezken, onu gerçekten yürekten özlemişken... Düşler anlamsız, düşler acımasız işte.

Her şey söylenmişken, alışmaya alışamadığın zamanlarda var olan bu hüzünle, herkese mutluluk, herkese esenlik.

http://fizy.com/#s/1ahpj6

05 Nisan, 2012

Hüzün'e dair her şey...

geçen sene yazdığım bir yazı bu, bir kısmını paylaşmıştım.(bknz). yazının tamamını yayınlamayarak paragraflar arasında anlam bütünlüğü oluşturamadığımı söylemişti bir arkadaşım. ben halen bu düşünceye katılmıyorum ama yazımın tamamına blogumda yer veriyorum. 

HÜZÜN YOLCUSUNUN SEYİR DEFTERİNDEN
Karmaşık bir sistemin karmaşık ve çözümü zor parçasıdır, insan. Onca karmaşa arasında öyle duygular vardır ki insana ait. Sevinç, şaşkınlık, tedirginlik, korku, endişe her anı farklı hislerde geçer ve bir duygu vardır en derinden duyulan. Hüzün bu karmaşık sistemin en nadide parçasıdır. Bir mücevherin gerdana yakıştığı kadar yakışır, narin bir yüreğe. Zarif ve değerli bir o kadar da tehlikelidir.
Hüzünü anlatmam istendi. Hiç bilmeyen anlatabilir mi, anlatsa da inandırıcı olur mu diye düşündüm. Ben hüznü yaşamayı seçtim, hissetmeyi ve hüzün bana ne yaşattıysa onu yazmayı...
Hüzün, sonbahardır. Bir ağacın yaprakları gibi güzel hayallerin ve canlı renklerin sararıp solmasıdır. Yağmurun sancısıdır. Aşkı özleten çıtır ve kızıl yapraklardır. Hüzün, bazen bir şiirin teması, bazen bir türkünün havasıdır. Bazen seni kucaklayan bir rüzgarla, bazende seni ıslatan bir yağmurla gelir, yer edinir içinde.
Dünyanın doğusundaki her şeyde acı ve hüzün bir aradadır. Çünkü güneş hep doğudan doğar ve acısız doğum, hüzünsüz acı yoktur. Doğu kadınının yanık sesinde sırdır hüzün. Aşk masallarında, çöl sevdalarında serap,  Kerem'in Aslı'yı arayan gözlerinde parlayan ışıktır.
Hüzün bazen insanın kanını emer, içinden koparıp atamazsın, yapışmıştır bir kere. O büyüdükçe sen küçülürsün. Bazen ortak seçersin. Hüzünle yapılan bu ortaklıkta taraflardan biri yarar görürken diğeri zarardadır. Ve mağlup taraf çoğunlukla sen olursun. Ne mutlu bu hüznü kaldırabilecek güce sahip olanlara... Hüzün topraklarına umut ve sevdayı ekebilenlere...
Hüzün, eski mektuplar arasında kaybolmandır. Anıları düşünüp, efkarlandığın, mutlu olduğun, gülümsediğin, ağladığın, keşkelere mahkum olduğun saatlerdir. Tükenmiş kalemle yazılan ümit dolu sözlerde saklıdır yada sana kalmayan, silinen anılarında...
Özlemek güzeldir, hüzün barındırır ama yine de özeldir. Belki de hüzün bunun için vazgeçilmezdir. Hüzün her yerdedir, müzikte de vardır. Hüzünün müzikte ki enstrümanı ney'dir. Ney sesi geçmişi, geçmişe duyulan özlemi fazlasıyla hissettirir, mutlulukla karışık bir duygu çıkar ortaya kimi zaman. Belki de ney kamışlarının sazlıklara duyduğu özlemdendir. Ney sesiyle en güzel günlerimizi saklayan geçmişimize gider, hüzünleniriz... Zaman makinesi olsa da ışınlansak şu zamana diye geçer içimizden. Hüzünü en yoğun o zaman yaşarız.
Ney'in içi hep yanıktır. Ney'i dinleyipte hüzünlenmeyen insan olmasa gerek. Aslında neydeki hüzün, bir sevgili arkasından bağıra çağıra ağlamak değil, gözyaşlarını yüreğine akıtmaktır. Yürek tellerinin sızlamasıdır.
 Shaskepare'nin de dediği gibi ''Hüzün bazen çaresizliktir, insanın elinden hiçbir şeyin gelmediği zamandır.'' çaresizliğin en çok yaşandığı zamanda gece vakitleridir. Ne güzel söyler Bedirhan Gökçe ''Gece midir insanı hüzünlendiren? Yoksa insan mıdır hüzünlenmek için geceyi bekleyen?''
Gözyaşı döktüğün nedenle anlam kazanır. Bazen hüzün yağmuru, bazen sevgi seli olarak bazen de tarifini yapamadığımız bir nedenle yanaklarımızdan süzülür. Sevgiyle akıttığımız gözyaşını pek az hatırlarız. Sevdiğimiz yanımızdayken anımsarız. Tarifsiz akan bir daha hatırlanmaz içimizi rahatlatan bir duygu ile kayıplara karışır. Ama her yalnız kalışımızda hüzün yağmuru olarak döktüğümüz yaşları anımsarız, mutluysak o halimize güler geçeriz, üzgünsek yürek ağlamaya mahkumsa, bir kat daha inşa ederiz, temelini daha da sağlam kılmak adına...
Ümitsizlikle birleşince hüzün, yanlış yollara girmenin, kötü alışkanlıklara bağlanmanın kaynağı olabilir. Zifiri gecelerde karabasan halini alır. Tek yön yola girdiğini fark ettiğin yer son durak olabilir.
Melankoli bir kılıftır hüzün için, insan ruhunu örten. Rengi mavidir. Hüzünü arkanda bıraktığın yada dost bulduğun yer kimi zaman Bostanlı sahilidir.
İçine hüzün çökünce gündüz bile karanlık olur aslında. Hüzün, insanın karanlığın eteğinde kendisiyle baş başa kalması, karamsarlığı ile yüzleşmesi, çıkar yol bulamadığı bir yaradır. Güzel olanları düşünmeden geçirdiğin hafıza kaybıdır. Bazen hıçkırık sesinden başka ses duyamazsın.
''En çok çiğ damlası en sessiz gecede düşer.'' (Nietzche)
Hüzün, Friedrich Wilhelm Nietzche'i ünlü filozof Nietzche yapan ruh halidir. O, acılar içerisinde kıvranırken hep üzgün, hep karamsardır. Sahip olduğu bu karamsarlık onun yazılarının özünü oluşturmuştur. Başkasının göremediğini görmesine, fark edemediğini fark etmesine yol açmıştır. Onun içinde kopan fırtınalar kendi döneminden çok gelecek kuşaklara seslenmiştir. O, hüzünü her anında büyütmüştür.
Allah dostları için dünya bir firak yeridir ve ebedi yurttan ayrı olmanın verdiği bir hüzün vardır. Mevlana öleceği günü şeb-i aruz (düğün günü) olarak adlandırır. Düğün, sevgiliye tamamıyla kavuşmadır. Mevlana da öldüğü gün sevgiliye kavuşacağı zamanın umudunu beslemiştir, yüreğinde.
Hüzün vaktidir, namaz sonrasında yapılan duada gözden akan bir kaç damla. Kur'an-ı Kerim okunduğunda anlamını bilmediği halde hüzünlenen insanlar vardır. Ezan sesi, cami köşesi yeter bazen yaptığımız yanlışları düşünüp, üzülmemize... Vicdanımızla bir daha düşünürüz... Hüzün o zaman daha keskindir, vicdan da hüznün yankılandığı yerdir.
Saflığımızı birçok şeyde kaybettik. Öğrenmek mi alışmak mı bilinmez. Artık savaşlar, ölümler bile ağlatamaz oldu bizi. Ancak hayata hüzünlü gözlerle baktığımız zaman anlarız. Hayatta halen umut besleyen insanların olduğunu. Güzel şeydir hüzün, unuttuğumuz değerleri hatırlattığında...
Hüzün ayrılığın insanda bıraktığı keskin izdir. Her zaman var olan ama kendisini yalnızlıkla boğuşurken fark ettiğimiz koca bir gerçek, anlamlı yada anlamsız bir duygu bulutudur. Nette bir yerde okuduğum şu kişinin de dediği gibi;
'’İşin bir başka doğrusu, hüzün sen gittiğinde geldi, yada hep buradaydı, sen gittin o kaldı.'' (Özer Bal)
Kısa veya uzun yolculuklarda yol arkadaşındır, hüzün. Her camdan dışarı baktığında seni sarmalayan, her arkana bakışında önünde duran, geniş zamanında yer kaplayandır. Karanlık bir gecede peşinden gelen ay gibidir.
Hüzün aslında çoğu kez ölümü hatırlatır yada ölme isteği uyandırır. Kimine göre en yoğun duyguların depreştiği zamandır. Ölümü düşünmek yada ölümdan korktuğunun farkına varmaktır.
Kara toprak, yuva olduğunda geride bir çok kişi bırakılır ve asla onların yanına geri dönülmez, bu dönüşü olmayan bir yoldur... Bunu ne güzel anlatır Yahya Kemal;
Artık demir almak günü gelmişse zamandan
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.
Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol;
Sallanmaz o kalk
ışta ne mendil, ne de bir kol.
R
ıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli,
Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli,
Biçare gönüller! Ne giden son gemidir bu!
Hicranl
ı hayatın ne de son matemidir bu.
Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler;
Bilinmez ki giden sevgililer dönmeyecekler.
Bir çok gidenin her biri memnun ki yerinden,
Bir çok seneler geçti; dönen yok seferinden.
Yahya Kemal'in sessiz gemi şiiri hüzünü ölüm süzgecinden geçirir. Hüzünlü düşünceler, ölüm düşüncesine, karmaşık duygulara yapışıverir.
Ölüler de hüzün bırakır ardında, pişmanlığı kelepçeler bileklik niyetine yüreğimize... Geçmişte yapamadıklarına, kaybettiğinle yaşayamadıklarına yanarsın ve yine apayrı bir pencere de hüzün içinde boğulursun.
Hüzün, eskiden senin için özel olan bir günün, artık özel olması için bir sebebinin kalmadığı gün seni örten duygudur. Yada mutlu olmayı kesinlikle hak ettiğin tek günde unutulduğunu farkettiğin, mutsuzluğa mahkum edildiğin, o günü yalnız geçirdiğin zamandır.
Kaybetme kaygısıdır, hüzün. Korku zamanla dert olur içine, içinden çıkılmaz bir hal alır. Kafan da kurguladığın, kendini mutluluktan sürdüğün tek yön sürgün olur. Yalnızlığa sürersin kendini, kendi kendini koyverirsin çıkmazların içine...
Yalnızlık insanın kalbindeki düğümlerdir ve bu düğümleri kendi başına çözebilen, üstesinden gelebilen çok az kişi vardır. Kalanlar bir vefasıza ihtiyaç duyar. Gün gelir birini sever, kalbinde ki düğümleri çözmesine izin verirsin. O düğümler yok olur. Ama bir gün o çekip gittiğinde, yüreğine hem hüzün çöker hemde yalnızlık. O zaman anlarsın geçmişin düğümleri artık kördüğüm olmuştur, yüreğinde. Hüzün de kördüğüme atılan son ilmiktir.
Hüzün, geçmişte yarım kalmış bir aşkı anlatan bir parçayı gitarınla çalarken, hayallerin seni alıp götürdüğü uzaklarda, çektiğin en büyük acıdır eğer yarım kalmış bir aşkın varsa...
İnsanın ayrılıklar, tükenmeler ve bitişler sonucunda yaşadığı duygudur, hüzün. Son zamanlarda çok dinlenen bu şarkıda geçen şu sözler gibi.
'' Seni severdim hüzünün koynunda, seni severdim hem uyanık hem uykumda , seni severdim ve sana rağmen, yine severdim dar ağacı boynumda.'' (Yaşar, Yıldız Usmanova)
Hüzün bazen bir çok anın, acının, ayrılığın, terk edilmişliğin, ihanetin yaşandığı, ölüm çaredir düşüncesinin, vazgeçmen gerektiği halde sevmeye devam etmenin, pişmanlığın duyulduğu, nefret ve sevginin birbirine karıştığı bir kümedir. Bu kümeye aynı hata 2 defa yazılmaz. Ama sen çoktan razısındır, böyle bir hatanın içinde can vermeye...
Hüzün her yerde vardır. Yavrusunu sütten kesme zamanı gelen bir annede, sevdiği ile dünya evine girip ailesinden ayrılan gelinde, elinden oyuncağı alınan 3 yaşındaki Kerim'de, 5 yaşında abi olup kardeşini kıskanan Ergün'de, üniversiteyi kazanıp gurbete giden öğrencilerde, Leyla ile Mecnun'un ölümsüz aşkında, Gazze sokaklarındaki masum çocukların haykırışlarında, annelerimizin ninnilerinde, huzurevinde, çocuk yurdunda... Hüzün bütün zaman diliminde, geçmişte, gelecekte, her yerdedir.
Fıtrat geleneğidir, hüzün. İnsanın kişiliğinin yerine oturması, güçlü bir yapıya sahip olması yolunda kaldırım taşlarıdır. Farklı bir açıdan baktığımız da, sevinçli anlarımızın önemini gösteren, bize neşe ve sevinci anlamlı kılandır.
''Hüzün ki en çok yakışandır bize, belki de en çok anladığımız'' (Hilmi Yavuz)

29 Mart, 2012

bugün günlerden panik.



eklenen resim de gördüğünüz sınıf arkadaşlarımın oluşturduğu bir proje, ege üniversitesi hastanesi ile beraber yürüttükleri bir çalışma. bu proje vesilesi ile kan bağışı yapalım dedik biz de. bugünün ilk defa kan vermiş olmam açısından güzel bir gün olması gerekirken, kriz ve panikle dolu bir gün olması yazımın yazılmasına sebep  oldu.

ege üniversitesi hastanesine kan bağışında bulunmak için öyle gönüllü bir insandım ki, hemen burada çok isteyip de sahip olamadıklarım aklıma gelir, diğer bir deyişle sahip olduklarımı çok istemedim galiba deyip farklı bir açıdan üzülmeye devam edebilirim. neyse, kan değerlerim 11,6 çıktığından ötürü kanımı istemediler. ben o buruklukla değeri ölçen kadının yanından ayrılamadım. şaka yapıyorsunuz dimi? benim kanım nasıl düşük çıkar, ben her önüne geleni cumburlop mideye indiren bir insanım halbuki, dedim. bana ' her şeyi yemek kan değerini yükseltmez pekmez ye, sıradaki' dedi. ben kırgın, ben üzgün, ben canım sıkkın kalıverdim öyle. gerçekten çok istemiştim kan bağışında bulunmayı. birlikte gittiğim arkadaşım, şeyda kan verirkene içim gitti resmen. şaşılacak bir durum ben kan veremiyorum diye kıskançlıktan kudurdum. insan kan veren bir insanı kıskanır mı? ben kıskanırım, ben kıskancım...

şeyda kan verdiktan 1 saat sonra falan konak'ın yolunu tuttuk biz. 3. istasyona gelmeden,

şeyda: çok kötüyüm, bayılacak gibiyim bu istasyonda inelim.
yusrac: tamam burda inip biraz hava alalım.
şeyda: yusrac, çok kötüyüm, bayılacam şimdi(sözü bitmeden üstüme çullanır ama ben bayıldığını anlayamam.)
yusrac: şeyda, hadi inelim.

hareket edince ben şeyda'nın ayakları olduğu yerde kalır, kolları ve başı benimle birlikte metronun dışında , şeyda resmen eğri hipotenüs şeklinde gözleri açık tüm ağırlığını bırakmış vaziyete kendinden geçmiş. ben hala bayıldığını  anlamamıştım ki.

metronun içindeki cıngar teyze: bayıldıııııı, kız bayıldı.
yusrac: !!!!!

kan versem bu kadar kanım çekilmezdi. resmen elim ayağım boşaldı, tüm gücümle şeydayı metronun dışına çektim. ve o arada geçen bir kaç saniyeyi hatırlamıyorum. sonra güvenlikçi yardıma gelince tamamen şeyda 'yı güvenlikçinin kollarına bırakıp, yüzümü iki elimin arasına alıp aval aval şeydaya bakakaldım. ben ki ilk yardım dersi alan bir insanım ama anladım ki boşuna almışım.

güvenlikçi: arkadaşını tut, telsizle yardım çağırayım.
yusrac: ne? ne yapayım? neresinden tutayım.
ordan geçen hemşire: açılın ben hemşireyim,
ordan geçen hemşirenin sevgilisi: o hemşire yardım etsin.
ordan geçen hemşire: başını bana bırak ayaklarını havaya kaldır.

tam bu sırada şeyda gözlerini kırpıştırır, bir kere daha kırpıştırır, gözümün içine bakarak bir kaç kez daha kırpıştırır.
şeyda: uyudum mu ben? rüya gördüm (mahçup edayla)
güvenlikçi: tansiyonun düştü bayıldın. (gayet sakin, metro da bayılmalar hep oluyor sanırım.)
şeyda: kan verdim ben (kemal sunal gülüşü, şimdi sorsan hatırlamamazlığa vurur )
yusrac: ah ha ha (önce sadece gülümseme, kan verdim ben'i duyunca kahkahayla gülme)

neyse kendine geldikten sonra bizim kız oturduk. kalbim halen güm güm güm atarken, şeyda ne olduğunu sordu. ben anlatıyorum ama nasıl heyecanlı, nasıl komiğim aklıma şeydanın göz kırpışları uyudum mu ben? sözleri geliyor. güvenlikçi az yanımızda bizi dinliyor. bizimle beraber o da  kendisini tutamayıp gülüyor.

şeyda: of pantolonum toz olmuş
yusrac: neeee. tüm derdin bu mu yani. kızım yerde sürüldün tabi toz olacak.
şeyda: bari temiz yerde sürülseydim. niye temiz yerde sürmedin beni (kaşları çatık ve gayet ciddi bir şekilde bunu söyledi. fazlasıyla ciddiydi.)
yusrac: konuşma şeyda. kalbime dokun. hıı bi dokun. kızım seni burda bırakıp kaçmayı bile düşündüm. (tabi ki şaka) sen pantolonun derdindesin.
güvenlikçi: bak benim pantolonum da toz oldu. ben bişi diyor muyum?
şeyda: (adama cevap vermeden) ben sana söyledim. kötüyüm bayılacak gibiyim. sen telefonda konuş, hııı konuş. beni ciddiye bile almadın.(tripler, tripler)
yusrac: kızım ne bileyim. inecektik istasyon da zaten. ufff krizlerdeyim..

bla bla bunu ve benzer konuşmayı defalarca önümüzdeki 3 saat boyunca tekrar tekrar yaptık. kan vermediğim için mutluyum şimdi. ikimiz falan bayılsaymışız metro da of aklıma geldikçe fena oluyorum.

bugünün kıssadan hissesi

1. kan verildikten sonra kendini iyi hissetsen bile doğru eve gideceksin, gezmeler efendime arkadaşlarla takılmalar no no no..

2. insan bayıldığında gözleri açık oluyor ve dik dik karşısındakine bakıyor. en azından şeyda gözleri açık bayılıyor..

3. bu yaşta ilk yardım dersini alıpta, biri bayıldığında ne yapacağını bilememek harbiden insana koyuyor. büyük deneyim oldu. en büyüğünden.

4. panik haller, kriz durumları nereye kadar.  kendimi eve mi kilitlesem? insan içine çıkmasam, of ben ne yapsam? bla bla düşünceler aklına gelebilir. sesli şekilde hayır diye bağır ve rahatla.

5. sonra da gelip mal bir şekilde bunları bloga yazmak harbiden rahatlatıyor. unutamayacağım bir panik krizi anısını daha yazılaştırma duygusunu yaşamak, tam da şuan.

07 Mart, 2012

gitme, yerinde say gençlik çağım


 her zaman ailemin bana karşı kullandıkları şu ikilem arasında kalmışımdır. ''sen büyüdün artık çocukla çocuk olmak sana hiç yakışıyor mu?'' ''sen küçüksün daha büyü önce sonra ne istersen yaparsın.'' bunların şu şekilde türevleri de elbette mevcuttur. sen küçüksün kalk su getir. susss sen küçüksün laf dinle. oraya gitme bunu yapma,küçük dediğin annesinin dibinden ayrılmaz. sen büyüksün evin işini sen yap, bulaşıkları sen yıka.   velhasıl, işlerine gelince büyük gelmeyince küçük... biliyorum bu muamaleyle karşılaşan ilk insan da değilim son insan da değilim. ben öyle ortalarda bir yerlerde zırlayan, yaşı 20 aklı 20 hala üniversite öğrencisi, sağa sola sataşan illaki laf olsun da konuşayım diyen ve saatlerce usanmadan karşısındakini kaçırana kadar zırvalayabilen bir çeneye sahip, her durumda egosundan geçilmeyen, her zaman çocukluğunu, sokaklarda fink attığı zamanları akşam ezanı okunmadan önce evde olma zorunluluğu olan minik yavrucağı özleyen işte... minik dediysek pek minik de sayılmazdım. ilkokul hayatım boyunca hep en önde oturmaya meraklı ama sırık boyundan ötürü hep 4. sıralarda oturmaya mahkum biriydim ben. Allah'tan çalışkan bir öğrenci olduğumdan öğretmenim son sıraya oturtmazdı. ön de oturan arkadaşlarımdan gelmeyen olunca soluğu öğretmenimin yanında alır. bugün şunun yerinde oturabilir miyim? der ve otururdum. o sınıfın en mutlu öğrencisi sıfatına bile mazhar olabilirdim o an ki lisan-ı halimle. ne dert olmuş içime, o zamanlar arka sıra fobim bile vardı. bundan ötürü lisede hep birinci sırada oturdum ben :)

bir de ben eskiden anlatım bozukluklarına dikkat ederdim hatta lise de eski adıyla öss ye hazırlanırken bile en sevdiğim konu yazım anlatım hatalarıydı. ben üniversite de böyle oldum. tabi böyle söyledim diye üniv okuduğuna pişman birini düşünüyorsunuz dimi? aslında bu tamamen doğru... okulu bırakıp evde koca beklemeyi istiyor olabilirdim ben aslında. tabi bunun öncesinde annem tarafından saçı yolunmuş bir insan olarak yaşamayı göze almam gerekir.

annem ki çocuklarından ayrı kalmaya dayanamayan hatun. beni taaa izmirlere okuyayım diye göndermişken benden bu kadar ayrı kalmışken, tek bekar çocuğu olarak en çok bana karşı hasret çekerkene onu bazen kanser etmeme rağmen arada kendini kanepenin üstüne atıp ben felç oldum bu kız beni öldürmek istiyor diye tüm evi ayağa kaldırdıktan sonra ben tamam yapmayacam dediğimde hemen normale dönüp beni bağrına basandır kendileri. bu yüzden bu konu kesinlikle bir kanepe krizi olabilir.

bazen düşünmüyor değilim işte. ''geçse de gençlik çağım'' şarkısını söylerken aslında içimden nidalar yükseliyor hayır hayır hayır. geçmesin yerinde kalsın. geçen çocukluk çağından ne hayır gördük? geçen gençlik çağından görelim. ben hep 20 kalayım. hep genç kalayım. ailem yukarıda bahsettiğim ikilem arasında her zaman kalsın mesela. ben gençlik çağımın geçtiğini büyüksün-küçüksün ikileminin bittiği gün anlayacam, sanırım.

evet sevgili gençlik çağım 21 olmama 14 gün varkene senden rica ediyorum. yerinde say...

09 Ocak, 2012

no panik. derin nefes al ver ki üç dört...

Her zaman atraksiyonlu bir hayatım olmadığından şikayet eden ben, artık çok iyi biliyor ki atraksiyon bana göre bir şey değil. Hele de bu panik halimle bir bütün oluşturunca… yazacak malzeme oldu ama aslında olmasaydı da olurdu.
bir arkadaşımla Pazar günü için çıkalım gezelim dedik, her Pazar evdeyim sanki de. Evet her Pazar evdeyim aslında ben. Önceliğimizde Pazar günleri kurulan bit pazarı vardı. İlk defa gidecektik bu pazara. Daha önce gidenlerden güzel dönütler almıştık, bizde gidip oranın bir tozunu attırmalıydık. Saat 10 da buluşacakken ben uyanamadım. Kız msjlar atıyor, bi kendime geldim 10a 10 var. makyajı, kıyafeti, evden çıkışı, metroya varışı falan derken bana gerekli süre en az 30 dk ... dahası kurtarmaz normalde ama jet hızyla öyle bir hazırlandım ki 10 dkya apartman çıkışındaydım.. Ben koştura koştura metroya koşarkene msj gelmezmi? Otobüsteyim diye. Tabi arkadaşım bu kız hazırlanamayacak bari burada beklemeyeyim evine gideyim diyip otobüse binmiş bize geliyor. Bense 4 dk ya metroya uçacaktım. Tıpış tıpış otobüs durağına gittim ve beklemeye aslında ayakta uyuklamaya koyuldum. Neyse geldi biz de gayet heyecanlı metroya gittik. Metrodan inene kadar şey düşündüm;
Aysel gürel, bit pazarından falan alışveriş yapardı diye duymuştum. Kadının tüm giydiklerini ordan alıyor zannetmiş olmalıyım ki, hayalimde tv de görülen mahmutpaşa gibi bir yer, cıvıl cıvıl renklerle kurulu bir Pazar. Ne bileyim aklımda güzel Pazar manzaraları falan.
İndik metrodan ilk gördüğümüz kişiye soracaktık.  Gittim gayet akli dengesi yerinde olmayan bir adama sordum. O da saolsun tarif etmeye çalıştı ama nasıl diye sormayın. Hatırlamak istemiyorum. İlerledik, gittik, sonra gayet berbat bir köprü ve köprünün arka tarafında yığınla insan. Arkadaşımla birbirimize bakıp güldük. Bulmanın keyfiyle ‘istikamet insan yığını’ diyerekten gittik.  
Aman Allah’ım o ne? O da ne? Çamurların içinde eski, berbat eşyalar. Dolandık biraz hayır canım böyle değildir falan filan derken başladığımız yere geri döndük. Sonra arkamıza bakmadan ordan uzaklaştık. Oradan Alsancak’a geçtik. Yemek alışveriş falan gezdik, eve gidelim dedik, sonra metro yaptık gene, yürüyen merdivene tersten binip aşağı indik, görevliden azar işittik :)…. Eee bu muymuş atraksiyon hayır değil….
Bugün, dün çantam da olan nüfus cüzdanımın olmadığını fark ettim. Panik halim tavan yaptı resmen. Evin içinde koşturuyorum. Her yeri altüst ettim kimliğim yok. Dokunsan ağlayacam. Bi kimlik için ağlanır mı demeyin. Ben ağlarım hemde çığıra çığıra… sonra karakola gitmem söylendi. Tamam deyip evden çıktım. Ama şeytan, ben karakol yolunu tutmuşken aklıma girdi. Hadi kalk git alsancak’a çantanı açtığın yerlere sor belki bulmuşlardır, belki kimliğin orda seni bekliyordur. Kalktım gittim dün girdiğim tüm yerlere, dün kimliğimi düşürmüşüm, kimlik buldunuz mu? Cevap hüsran, deli gibi yağmur bastırdı birde. Ben korunmasız, şemsiyesiz ve yüzümde bir ton boya var iken.
Sonra alsancak’ta karakola gittim. Adam tutanak tutmayacağım. Git nüfus müdürlüğüne çıkar dedi. Bende sevindim, nüfus müdürlüğüne gideyim bari dedim ve gittim ordan. Abimi aradım durumu anlattım konuştuk, hiç aklıma gelmeyen durumlardan bahsederek içime kurt düşürdü. Ya biri kimliğimi kullanarak bankadan kredi çekerse, sonra o krediyle bir şirket açarsa, sonra o şirket batarsa. Batmasa iyi sorun yok ama ya batarsa. Ya biri kimliğimi bir dvd kiralayan dükkana bırakıp bir sürü dvd alıp adamı dolandırırsa. En çok bu duruma üzülürüm. Ya Kemal Sunal’ın karabela filminde olduğu gibi olursa. Kabul bu ihtimal düşük ama ya benzeri olursa. bi şüphe bi şüphe içimde. ya ya kimliğimi evlendirirlerse. hem de yabancı uyruklu, yasa dışı işler falan. Aman yarabbim.  ya bir kaç sene sonra ATHENA üyesi diye tutuklanırsam...
Dahası benim ikametim İzmir de değil ki. Kimliksiz uçağa binemem. Burada mı kaldım? Kimliğini kaybeden burada ikameti olmayan insanlar ne yapar bilmediğimden ve etrafımda da buu bilen insanlar olmadığından tekrar panik tavan, o kadar hızlı yürümüşüm ki, bir anda nüfus müdürlüğünde buldum kendimi, sıra aldım 50 kişi var tam tamına 50… hadi dedim boş bekleme bari buradaki karakola git. Gittim, derdimi anlattım. Adam kayıt tuttu. Sistem değişmiş, tutanak falan yok, gazeteye ilan da yok. Parayı bas kimliği çıkar dedi bana. Tamam dedim. Bu sıra zarfında unuttum yeniden ikamet durumunu. Gittim para çekeceğim ziraatten. Allah’ım kuyruk sokak başına kadar. Malum birinci sınıflar ilk burslarını alıyorlar. Sıra bir de tekli değil. Her sırada en az 2 en çok 5 kişi falan. Saymadım ama yaklaşık 80 kişi, yuh. O panik halimle aklıma nasıl geldi bilmiyorum. Ki ben panik olduğumda donar kalırım. Hemen başkasını arayıp yardım, fikir takviyesi isterim. Aklıma gelen fikir herhangi bir bankanın atm sinden para çekmek bu arada.
Sonra gittim nüfus müdürlüğüne, 15 kişi kalmış. Of çok var derkene, sıra numaraları üçer üçer eksildi. Birçok insan beklememiş ve gitmişler. Heyoooo.  Sıram hemen geldi. Adam bana git bu muhtarlığa dediği anda ölecektim, nefesim kesildi. Sonra şöyle yap sonra şuraya git falan filan duymuyorum. Pardon anlamadım bir daha söyler misiniz ne yapacağım? Diye sorup pür dikkatimi adama verdim.  Kalbim ağzımda atarkene benim ikametim İzmir de değil, çıkıverdi ağzımdan, kesinlikle bilinçli söylemedim. Ama iyi ki söylemişim. Bence yüce rabbim söyletti. Çekmeyeceğimiz dert verilmezmiş ya. Gerçekten adamı dinlemek gerçekten orda panik krizinden ölmeme neden olabilirdi. İkametin Diyarbakır da senin burada ne işin var? Dedi ve ben cevap vermek yerine bön bön baktım. Bir insana ikametin yok sen arıyorsun İzmir de gibi saçma bişi söylenmemeli. Ne alaka ama ben tabi… Ne işim var benim burada diye zırlamaya başlayabilirdim. Son ki üç dört derkene. Halimi anladı galiba ve gülerek öğrenci misin? Dedi. Evet dedim. Sonra yapmam gereken basit işlemleri söyledi. Bunları hallet gel, çıkarırız kimliğini dedi. Hemen gözlerim güldü, dişlerim parladı, teşekkür ettim ve çıktım dışarı.
Attım kendimi bardaktan boşalırcasına yağmurun içine hiç bir şey umurumda değildi. Kalbimin atış sayısı da normale dönmüştü. Sonra fotokopiciye giderken, acıktığımı hissettim. Battalbey’in kapısını açtım. ''Çift lavaşlı bir tane istiyorum. Paket olsun. Fotokopiciye uğrayıp gelcem hemen'' dedim. Fotokopiciden çıkarken ise unuttum. Doğru otobüse bindim. Otobüsten indiğim an DANK. Allah’ım dönmeli miydim? Dönmedim. İçim sızladı, kendime kızdım ama dönmedim. Aslında dönebilirdim. Dönmeyerek ayıp ettim. Ama onca yorgunluktan sonra bilemedim off. Kendime söylene söylene markete girdim. O kadar panik halde koşturdum ki bugün evde yemek yapmam gerektiğini bile unutmuştum. Hava kararmış, yemek saati geçmişti. Eve gelip, kim yemek yaptı bugün kurt gibi açım dedim. Sonra bir DANK daha. Bir sonraki boş günde size leziz yemekler yapacağım demekle kaldım.
Ailemle tlfonda konuştum. durumu anlattım. ailem dedim çünki, babam, annem, ablam, diğer ablam yengem ve abimden bahsediyorum. aynı anda hepsiyle konuştum yani... onlar o çok relaxlar ya ''bir şey olmaz, sakin ol yenisini çıkar, üzme kendini, ya çantanı veya cüzdanını kaybetseydin, panik yapma bi ya'' falan dediler. rahatladım, boşuna panik yaptım biliyorum ama gene olsa gene yapardım KENDİMİ TANIYORUM.  Yemeğimi yedim. Ve yazmaya başladım. Şimdi de yazımı bitirdim. THE END?